Evet, ben buraya ait değilim. İstanbullu değilim ben, Ankaralı bile değilim. Orta Anadolu'nun ortasından geldim. Çok çalıştım, üniversiteler, yüksek lisanslar bitirdim, tezler yazdım. Neredeyse doktora yapacaktım. Yaldızlı karnelerim, kurdeleli diplomalarım oldu. Sonra nasıl olduysa burada buldum kedimi. Bir iş arıyordum. Ne olursa olsun işe girmek lazımdı. Ne iş olduğu, ruhuna uygun olup olmadığı falan önemli değildi. İş bulmak, para kazanmaktı; para, erkti. Başarı, para kazanmaktır diyordu sistem. Nezaketle, zarafetle yaşamak, incelikleri gözetmek, insanlara faydalı olabilmek falan hiç telaffuz edilmemişti okullarda. İş arıyordum, burada buldum kendimi. Arzu ettim demek ki burada olmayı. Her şeyi de nasip ile açıklayıp kolaycılığa kaçmak istemem. Kaderimiz çabamıza bağlı kılınmış nihayetinde.
Tek hedefimin doğru kuzuları bulup eve getirmek olduğu mutlu yaz tatillerim vardı oysa. Sarılıp öptüğüm kuzularım vardı.
Şimdi anlatsam ya ben bunlara... Durun desem, durun!
'Hanımlar, beyler! Siz biliyor musunuz, koyunların evlerinin yolunu bildiğini? Her sabah caminin önünden alır onları çoban, götürür, otlatır akşama kadar, akşam yine caminin önüne getirir. Koyun kısmı akıllıdır, bilir evinin yolunu. Ama kuzular bilmezler. Meydandaki ağıla bırakır çoban onları. Biz çocuklar, vakit geldi mi ağıllara koşardık. Eve biz getirirdik kuzuları. Kimini kucağımızda taşır, kimini önümüzde koşturur, oynaşır dururduk onlarla. Nasıl da cıvıl cıvıl bir manzara oluşurdu. Beyaz, bembeyaz bulut kümeleri gibi koyunlar, kuzular, çoban köpekleri... Hepsi bir araya toplanır, melemeler, kuzu sesleri, çıngırak sesleri birbirine karışırdı. Ama sahipleri karıştırmazdı onları. Herkes kuzusunu, koyununu bilirdi. Bizim kuzular çivit mavisiydi...'