Benim yetişme tarzım rasyonalisttir. Hukukî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde tarif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki, ben namaz, oruç vesaire gibi İslâmî vazifelerimi tasavvuf! sebeplerle değil, hukukî sebeplerle ifâ ediyorum. Rendi kendime diyorum ki: Allah benim Rabb'imdir. Sâhib'imdir. O bana bunları yapmamı emretmiştir, o halde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifade edeyim diye bana emretmiştir; şu halde ben O'na şükretmekle vazifeliyim. Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamağa başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, Hıristiyanların İslâmiyet'i kabulü; onları İslâm'ı kabule sevkeden ne Ebu Hanife, ne de İmam Mâturidî'dir. Fakat Muhyiddin Arabi'dir. Bu konuda benim de şahsî müşahedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir izah istendiği zaman, benim verdiğim, aklî delillere dayanan cevap soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî izah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgû'nun yakıp yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika'da, İslâm'a hizmet edecek olan ne kılıç, ne de akıldır; fakat kalp ve tasavvuftur. Bu müşahededen sonra tasavvuf konusunda yazılmış bazı eserleri incelemeğe başladım. Bu, benim gözlerimi açtı. Anladım ki; Hz. Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak, ne de manasız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin (insanı diğer hayvanlardan ayıran manada karakter, ahlâk ve insanlık) geliştirilmesi yolunu aramaktır. İnsan kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Manevî sahada maddî izahlar bizi pek uzağa götürmektedir; ancak manevî izahlardır ki, insanı tatmin etmektedir.Muhammed Hamidullah