Mûcize, Allah’ın kendilerini tasdik etmek amacıyla peygamberlerinin elinde yarattığı, insanların gücünü aşan ve hiçbir şekilde benzerini yapamadıkları olaylardır. Peygamberin nübüvvetinin bilinmesinde mûcizenin zorunlu olduğunu kabul eden Mu‘tezilî âlimler, yaratılmışların faydasına olması nedeniyle peygamber göndermeyi Allah’a vâcip kabul etmişlerdir. Onlar, Allah’ın elçisini diğer insanlardan ayrışması maksadıyla elinde olağanüstü bir olay ızhar etmek suretiyle doğrulaması gerektiğini ve bunun Allah’a vâcip olduğunu savunurlar. Mu‘tezilî kelâmcılar, mûcize konusuna “Adalet” prensibi ile bağlantılı olarak nübüvvet bahislerinde, harikulade oluşu açısından da fizik teorilerinde yer verme gereği duymuşlardır. Onlar, Ehl-i Sünnet kelâmcılarından peygamberliğin ispatının tek delilinin mûcize olduğunu, bu nedenle peygamber olmayan kimseden olağanüstü bir durumun meydana gelmeyeceğini öne sürerek ve kendilerine has mûcize sınıflaması ile farklılaşmışlardır. Mu‘tezilî kelâmcılar, mûcizeyi yalnızca Allah’ın kudretinde olan ve insanların yapabildiği türden şeklinde ikiye ayırmış, bu ayrımın sonucunda ilâhî müdahalenin nesneye ve insana olmak üzere iki türlü gerçekleştiğini savunmuşlardır. Onlar, nesneye ilâhî müdahaleyi fizik teorilerine dayalı olarak açıklarken insana müdahaleyi insan fiilleri ve güdüleri bağlamında değerlendirmişlerdir. Evrenin oluşum ve değişimini farklı tabiat teorileri ile açıklasalar da Mu‘tezilî düşünürlerin tamamı, mûcizenin “Allah’ın doğrudan yarattığı fiili” olduğunu ve peygamberi tasdik amacıyla gerçekleştiğini kabul ederler. Bu nedenle öne sürdükleri tabiat teorilerinden yola çıkarak mûcizeyi kabul etmediklerini iddia etmek isabetli bir görüş değildir.