İnsanoğlunun hikâyesi, en başından beri bir mücadele, çatışma ve muharebe öyküsüydü. Göğüs göğüse dövüşen insanları muharebe alanına getiren şey hırslarıydı belki; ama onlara zaferi getiren, liderlerinin stratejileri ve taktikleri olduğu kadar zırhları, miğferleri ve silahlarıydı. Büyük bir Mısır ordusunun başındaki II. Ramses, Asi Nehri’nin kıyısında baş düşmanı Hitit Kralı Muwatalli’yi beklerken; Pers ve Yunan filoları Salamis Adası’nın doğusunda karşı karşıya gelirken; Kartacalılarla Romalılar Akdeniz için savaşırken; Orta Asya steplerinden gelen Hunlar Çin hanedanlıklarına meydan okurken; Halifelik orduları Yermük ve Kadisiye Muharebeleri ile Bizans ve Sasani İmparatorluklarını geriletirken; Alp Arslan Malazgirt Ovası’nda “Bugün burada emreden bir sultan yoktur. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler!” derken; Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich Barbarossa Kudüs’ü yeniden almaya giderken; Osmanlılar Kosova Ovası’na yürürken; Wallace önderliğindeki İskoçyalılar İngilizlere direnirken; Napoleon Avrupa’yı dize getirmeye çalışırken; Sedan’da, Gelibolu’da, Stalingrad’da, El-Alameyn’de, Vietnam’da, “Irak’a Özgürlük” Operasyonu’nda savaşan yine insandı; ama muharebe alanlarındaki tecrübesi sürekli arttı, kullandığı teknoloji sürekli gelişti. Ancak kararlı liderlerin, mükemmel silahların, harika planların, iyi eğitimin ve sağlam disiplinin zaferi elde etmeye yetmediği anlar da oldu; bazen donmuş bir göl, bazen yıkılan bir köprü, bazen çamura bulanmış bir arazi, muharebeye, sonucuna ve ardından gelen on yılların gidişatına hükmetti.