Yaşı benimle aynı veya bana yakın olanların Ramazan denince hemen hatırına geliveren ve on bir ayın sultanı Ramazan’ı simgeleyen bazı şeyler vardı: Meselâ iftar topu, meselâ mâniler okuyarak halkı sahura kaldıran Ramazan davulcusu, iftar sofrası, sahur sofrası, şerefelerinde kandiller yanan minareler, mahyalar; öğleden önce ve ikindiden sonra camilerde veya evlerde okunan mukabeleler, cemaatle ikişer veya dörder rekât hâlinde kılınan terâvih namazları, özel davetlerde iftardan sonra davetlilere verilen diş kiraları, Kadir gecesi, arife günü, nihayet bayram... Bayram sabahı, bayram namazını müteakip mezarlıklarda kabir ziyaretinden sonra evlerde büyüklerin elleri öpülerek bayramlaşılır, bütün hâne halkının oturduğu sofralarda ağız tadıyla topluca bayram yemeği yenir, sonra konu komşu ve hısım akraba ziyaretine gidilirdi. Yaşımız 50’yi geçtikten sonra genellikle “Nerede o eski günler! Nerede o eski Ramazanlar!” şeklinde geçmişe duyulan özlem, acaba yaşadığımız günlerden duyduğumuz memnuniyetsizlikten mi yoksa geleceğe güvenle bakamamaktan mı ileri geliyor! Belki her ikisi de… Çocukluğumuzun veya gençliğimizin Ramazanları gerçekten bugünden daha mı güzeldi veya daha mı anlamlıydı? Hiç şüphesiz bugünden daha sade ve daha anlamlıydı!.. Eskiden Ramazan ayının bir ruhu, daha doğrusu bir ruhaniyeti vardı ve bunu o beldenin ekser ahalisi her hâliyle hissederdi… Eski Ramazanlar, elbette Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul başta olmak üzere, devletin diğer vilâyetlerinde hayatın tamamen içindeydi