Küçükken kızlarla seksek oynamayı kendime yakıştıramadığımı, fakat biraz da hasetle kenardan oyunlarını seyrettiğimi hatırlıyorum. Uygun bulduğum oyun Seke seke ben geldim diye başlayanıydı; onda da hiç seken ve seçen olamadım. Oysa, bizim takımın başına bir kerecik beni seçelerdi, arkadaşlarımı nasıl da eğlendirecektim.
-Seke seke ben geldim!
-Hoş geldin, safa geldin. Ne istiyorsun?
-Anam temizlik yaptı, yüreği yanmış; soğuk bir karpuz istiyorum.
-Seç seçebildiğini...
İzni koparınca, seke seke çocuklara yönelip herbirinin kafasını mıncıklayarak kelekleri, geçkinleri ne de güzel ayıklardım; ama olmadı. Kısmet bugüne imiş. Şimdilerde yaş kemâle ermiş de olsa, zayıf bacaklarım üstünde oflaya puflaya sekerek aynı oyunu edebiyatta oynamaya çalışıyorum. Edebiyat dünyasının geçkinleri-hamları, suluları-suyu kaçmışları, kuytuda fark edilmeyi bekleyen olgunları, kendini pahalıya satan kelekleri, sıkıp fiskeleyerek yahut okkalayıp şaplaklayarak sesini dinlediklerim, yiyip tadını sevdiklerim, yemeyip eşeğe verdiklerim, Nasreddin Hoca gibi değdi-değmedi derken hepsini silip süpürdüklerim üzerine diyeceklerim var ve onları yazmazsam eksikleneceğim.
Haydi, oyuna başlayalım.
-Seke seke ben geldim!