Âkif Emre’nin hayatında yaklaşık 20 yıllık bir dönemin verimleri olan gazete-dergi yazılarının bir külliyata dönüştürülmesi çabası, üç kitaptan oluşan, İslâm Âlemi hakkındaki yazılarının bir araya getirildiği Sınırsız İşgal Haritaları ile büyük ölçüde tamamlanıyor. Sınırsız İşgal Haritaları üst başlığını verdiğimiz ve birbirini tamamlayan bu üç kitaplık serinin ikinci kitabının dikkat alanı: Ortadoğu (2000-2017).
2021’de yayınladığımız Kudüs Bir Pusula da dahil edilerek dört kitaplık Sınırsız İşgal Haritaları, Âkif Emre’nin, değişmez duyarlılığı ekseninde, emperyal güçlerin her türden sömürgeleştirmeye maruz bıraktığı coğrafyalara adeta sistemli bakışıdır. İslâm Âleminin her bir bölgesine yönelik dikkatlerin ilkesel olarak eşit olduğu bu yazılarda, dünya haritasının büyük bir bölümüne, konumları itibarıyla sanki birbirinden ayrıymış gibi gözüken fakat şartları bakımından özünde eşit birçok bölgesine dikkat kesiliyor. Söz konusu coğrafyaların bizim için ortak özelliği, hemen hepsinin emperyal güçlerin işgal alanı olması ve her birinin bu duruma karşı en az 100 yılı aşan bir süredir varoluş mücadelesi vermesidir. Âkif Emre’nin, hayatı boyunca sekteye uğramadan işleyen ve bir yeryüzü adaleti arayışında olan keskin bilinci, soluğu hiç kesilmeyen yazısı, bize, Müslümanların güç nefes aldığı bir dünyayı gösteriyor. Diyebiliriz ki, bu onun talibi az olan misyonuydu. Doğrusu, bu sonuç, misyonu mümkün kılacak bir muhatap vizyonunun var olup olmadığıyla birlikte düşünülmeli. Fakat, oluşan yeni neslin gündeminde Âkif Emre’nin bulunduğu yer, onun duruşunu takdir edenler için övünç, kendisinin ruhuna ödül nedenidir.
O, güncele olgusal yönleriyle ve kendi sabiteleri ile bakıyordu. Bir noktadan değil, bir merkezden konuşuyordu. Yüzeydeki olaya, derindeki dinamikler ve düşünce prensipleriyle yaklaşıyordu. Âkif Emre’nin düşünce prensipleri nereden doğuyordu? Bu sorunun cevabını önümüze dünya haritasını sererek ve ona medeniyet değerlerimizle bakarak verebiliriz. Ve bir farkı vardı. Emperyal işgal karşısındaki direniş mefhumu, tek başına değil, onda inşa mefhumunun içindeydi.
Yazdıklarındaki ‘başkalık’ da burada ortaya çıkıyordu.