Türk roman tarihini yazarken ‘batılı anlamda’ biçiminde bir ön kabulümüz yoksa ve romanı bugünkü genişliği içinde ele alabilirsek, ufkumuz birden aydınlanacak vegenişleyecektir. Bu arada Türk edebiyat tarihinin birtakım kavramları da sarsıntıya uğrayabilir. Ama bu tavrın sonunda çok eski çağlardan beri süregelen bir anlatı tarihimizin var olduğunu fark edeceğiz. Bir çekirdek etrafında sürekli eklemlenen, büyüyen, zenginleşen, çeşitlenen ve günümüzdeki yapısını kazanan bir anlatı geleneğimizin var olduğunu göreceğiz. Romanımız, tıpkı şiirimiz gibi, kültürel bağlarımız olan bütün toplumların anlatılarından kendine bir şeyler katarak gelişmiştir. Günümüz Türk romanını, bütün bu eklemeleri hesaba kattığımızda daha bir kolay çözebileceğiz. Türk romanına ‘batılı anlamda’ diye başlayınca, kendi anlatı geleneğimize yaslanan çalışmalar, hep bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Çoğunlukla da, böyle çalışmaları görmezlikten geliyoruz. Hâlbuki her sanatçı, sanatı için evreni yeniden keşfediyor. Kendisi için özel bir evren oluşturuyor. Kendini, hangi tür bir gerçeklik veya hangi tür bir bakış açısı doyuruyorsa ona yaslanıyor. Ama sonunda bunları kendi bileşenleri haline getiriyor. Bunlarla kendini kuruyor. Aldığı bütün etkileri kendi potasında eritip kendi anlatısını, diyelim romanını ortaya koyuyor. Bu çalışmalara artık yalnızca Türk edebiyatı çerçevesi çizilebilir.