Gözlerinin bağlandığı ve bir ölüm müziği çalmasının istendiği an gelmişti. Buraya kadar. Zaman silinmişti. Kubbenin tepesinde kaç gün devrilmişti Allah bilir. İnsanlar bir düşten uyanmıştı, yüzleri dağılıp gitmenin eşiğindeydi. Tek tek sorgulandılar; uzatılan taslardan ölüm içti kimileri. İşte o zaman kaçma girişimleri başladı.
Çok geçmeden de kıyım. Ulumalar ve canhıraş seslerden, yokluğunun fark edilmeyeceğini anlamış, dışarı atmıştı kendini; düş kırıklığı ve göğsünde şiddetli bir kasılmayla fazla uzağa gidememişti. Ziyafetin verilmeye başlandığı akşamın sabahıydı. O ise, gün ışığını çok sonra fark edebildi.
Çılgınlık ve zehir kasıp kavurdu içeridekileri, Seyfüddevle'nin kılıcı başları ayırdı omuzlarından lakin vazgeçmediler; kaçmaya çalıştılar. Umutsuzca da olsa, tekrar kaçma girişiminde bulunanlardan biri, işte o Yahudi'ydi.
Emir sarsak sarsak dışarı çıktı, elinde kanlı kılıcını bir asa gibi uzatarak ilerledi Farabî'ye. Kör gibi yürüyordu. Düşe kalka, kumlarda sürüne sürüne haykırıyordu: 'Gitme feylesof! Beni sonsuza dek susturmadan, bir daha ihanet görmeyeceğim bir uykuya daldırmadan gitme. Kervan gitti, ateş gibi yolda kaldım. Bana bağlı
olanları bile kılıçtan geçirdim.' Bu düş kırıklığı, acı mı yoksa tiksinti mi salıyordu içine, tam çözemedi Farabî. En zor notaları matematiksel olarak çözümleyebilen